Andan Ebediyete, Anadolu’dan Evrensele

Continue

DOÇ. DR. SELMA KÖKSAL ÇEKİÇ

İsa, Kudüs sokaklarında çarmıha gerileceği yere doğru insanlar tarafından taşlanarak sürüklenirken, Veronika isimli kadın, İsa’nın başındaki dikenli taçtan süzülen kanları silmek için mendilini uzatır. İsa’nın suretinin bu mendile aksettiği söylenir. Fransız sinema kuramcısı Bazin ise, sinema sanatını Veronika’nın mendiline benzetir. Sinema sanatının tıpki Veronika’nın mendili gibi, insanlığın acılarının bir yansıması olduğunu söyler. Gene Bazin, sinema-gerçek ilişkisinin bir asimptot ilişkisi olduğunu ifade eder; tıpkı bir asimptot gibi sinema gerçeğe yaklaşır, adeta değer, ama tam çakışmaz, fizik kuralı gereği çakışamaz, gerçeğin kendisi olamaz ama yaklaşır, yaklaşır.
Daha ilk uzum metrajlı sinema filmi ‘Kasaba’nın ilk sekansından başlıyarak, sinema-gerçek ilişkisini sorgulayan, tüm sinemasal gereçleri (mise-en-scen’in kuruluşu, sinematografik tercihler, kurgu ve ses’in kullanımı), bu arayış içinde özgürce ve cesaretle deneyen Nuri Bilge Ceylan; bu kez sinemanın tüm anlatım araçlarını büyük bir ustalık ve denge içinde kullanarak, insanın en temel temalarına, varoluşun özüne, suç ve cezaya, birbirimize değen yaşamlarımıza, yaşamlarımızın birbirine etkilerine yönelerek bize sormakta; “İnsan olmak ne demek?”
Sinema kuramcıları sinema sanatının tiyatroya mı, fotoğrafa mı, romana mı yoksa resme mi benzediğini yüzyıldır tartışa dursunlar, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ancak bir edebiyat başyapıtının yapabileceği derinlikte bir tartışmaya bizi sürüklüyor. Tolstoy’un, Dostoyevski’nin ve Çehov’un edebiyat ile gerçekleştirdiği yüzleşmeyi, bizi insan yapan değerleri, bu kez bir Türkiyeli sinemacı, sinema sanatının tüm biçimsel unsurlarını sonsuz bir yaratıcıkla kullanarak gerçekleştiriyor.

UNUTMAYA BAŞLADIĞIMIZ VİCDANIMIZ
Bir Anadolu kasabasında gerçekleşen cinayetin izleğinde; doktor, savcı, polis ve katil dörtlemesinin çevresinde, geceden sabaha gelişen sıradan bir öyküsü var “Bir Zamanlar Anadolu’da filminin. Bürokratların, memurların ve tüm diğer film karakterlerinin aralarındaki çatışmalar, kıskançlıklar, husumetler, tıpkı Çehov’un eserlerindeki gibi alabildiğine gerçek, sıradan, komik, trajik , bir o kadar da akan zamanın içinde geçici. Her bir yaşam parçası farklı nedenlerle ama aynı sıkışmışlık içinde. İnsanların birbirlerine yaptığı kötülüklerin ise çoğu zaman cezası yok, tek bir ceza var; o da vicdanlarımız, iyice unutmaya başladığımız vicdanımız.
Şiddetin, savaşların, tüketme çılgınlığının, bol aksiyonun olduğu; paylaşımın, dayanışmanın ve sevginin gittikçe solduğu böyle bir dünyada, Nuri Bilge ve tüm ekibi, tıpkı gerçek yaşamın ritminde, Anadolu kasabası karakterleriyle, gerçek olabilecek bir cinayetin öyküsüyle önümüze soruları sıralıyorlar; “İnsan olmak nedir?”, “Bir cinayetin tek suçlusu, o cinayeti işleyen midir?”, “Bir intihardan kimler sorumludur?”, “Gerçeklerle yüzleşebilecek gücümüz var mı ve bu yüzleşme sonrası yaşamlarımızı sürdürebilir miyiz?”
Tarkovski’nin rüzgârda eğilen bozkır otları, arka omuz plan düşünceli insanları; Malick’in derinden, çok derinlerden gelen iç sesleri; Kiarostami’nin uzamda kendini arayan kesif insanları; Tolstoy’un kelimelerle gerçekleştirdiği zengin tasvirlerin bu kez kamerayla gerçekleştirilen izdüşümleri; Dostoyevski’nin en derin yüzleşmeleri;  ama en çok Çehov’un hayalleriyle yaşadığı yer ve zamanın gerçeğine sıkışmış karakterleri; ama gene akan zaman, elimizden kayıp giden yaşam. Tıpkı bir şairin şiirlerinin diğer şairlere yazılan mektuplar olması gibi, edebiyattan, sinemaya, resimden, şiire pek çok yapıta göndermeleri var “Bir Zamanlar Anadolu’da filminin. Ancak bu kez Ceylan, tıpkı Çehov gibi karakterlerini dinlemiş, anlamış, tüm kusurlarına ve kötücül yanlarına rağmen bilgece sarmalamış, bizim de onları anlayabilmemiz için, gerçekçi sinemanın tüm demokratik olanaklarıyla algımıza sunmuş.

İNSANLAŞACAK MIYIZ YOKSA BARBARLAŞACAK MIYIZ?
Bu kez andan ebediyete, Anadolu kasabasından evrenselliğe giden bir başyapıtla karşı karşıyayız. Mükemmel bir matematikle yazılmış, gerçek karakterlerin sahici diyaloglarına tanık oluyoruz. Bu karakterler şimdiye değin böylesini görmediğimiz denli sahicilikte can buluyor. Hiçbir giysi ya da gereç bu sahici dünyada sırıtmıyor. Oyunculuktan, görüntü çalışmasına, senaryo yazımından sanat yönetimine tüm filmi yaratanlar bu sahiciliğe katkıda bulunuyor. Lütfi Akad’ın ‘Gelin-Düğün-Diyet’ üçlemesiyle başlayan, Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filmiyle doruklarına ulaşan ve pek çok sinemacının katkılarıyla zenginleşen Türkiye sinemasının gerçekçi izleği, gene Lütfi Akad’ın bir söyleşindeki sinema tanımı gibi “sadeliğin derinliğinde” bir başyapıtla taçlanıyor. “Bir Zamanlar Anadolu’da” sadece Türkiye sinemasının başyapıtlarından biri olmakla kalmıyor; güçlü teması, sinematografik değerleri, sinemasal araçları kullanmaktaki yaratıcığı ile Dünya sinemasının başyapıtlarından biri olmayı da hak ediyor.
Gece karanlığında, bozkırın tam ortasında savcı, polis ve doktor, katilin peşinde ceset ararlarken, yorgunluktan bitap düşerek kısa bir mola için bir köyde dururlar. Muhtarın genç kızı, elektrik kesintisinin getirdiği koyu karanlıkta, evlerine sığınanlara sıcak bir çay ve ışık sunar. Işığın, güzelliğin ve gençliğin sıcaklığından büyülenen tüm bu erkekler, yaşamın bu kısacık anında, derinden çok derinden bir duygu seli yaşarlar. Kuşkusuz filmin bu en etkileyici sahnesinde, katil Kenan gözyaşları eşliğinde kendi vicdanıyla kalakalır. Karşısındaki genç kadının güzelliği, etrafını sarmalayan ışık ve sıcaklık, onun çözülmesine yol açar. Tıpkı Kenan gibi bizlerde bu kez hakikatin ışığıyla karşı karşıyayız. Bizler de onun gibi çözülebilecek miyiz? Kendi yüzleşmemizi yapabilecek miyiz? Bir sanat yapıtı, bir film, bir şiir, bir resim yaşamımızı değiştirmemize yol açabilir mi? Sanatın yaşamı değiştirme gücü var mıdır? ‘Suç ve Ceza’dan sonra başka Raskolnikovlar olmamalıydı, ama varlar, Kurosawa ‘Düşler’ filminde nükleer tehdite ve insanın doğayı katline güçlü bir uyarıda bulunmuştu ama çok yakın bir zamanda, hem de kendi ülkesi Japonya’da nükleer kıyamet gerçekleşti, Tarkovski’nin ‘Stalker’ filmine rağmen tüm dünya bir zone (girilmez bölge) olmaya devam ediyor….
Elbette bu savaş en büyük savaş, insanlık tarihinin en büyük savaşı; İnsanlaşacak mıyız, yoksa hayvanlaşmanın da ötesinde barbarlaşacak mıyız?

16 Ekim 2011, Birgün Gazetesi