 “Bahar İsyancıdır”, Selma Köksal’ın Fikret Bey adlı filminden sonra ikinci uzun metraj filmi. Film “tek kopya” olarak önümüzdeki günlerde gösterime giriyor. Film, dil örgütlerinden kayıp annelerine, 12 Eylül’den devlet baskısına ve Hrant Dink’e dek sokağı ve yaşamı sorguluyor. Adını Onat Kutlar’ın aynı adlı öyküsünden alan filmde, Mahir Günşiray’ın canlandırdığı “Ahmet Kutlar” tiplemesi de Onat Kutlar ile yönetmen Köksal arasında geçen bir diyalogdan ortaya çıkmış. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle tek kopya çekilen film sınırlı sayıda sinemada gösterilecek. Yönetmen Köksal’la filmini konuştuk.
“Bahar İsyancıdır”, Selma Köksal’ın Fikret Bey adlı filminden sonra ikinci uzun metraj filmi. Film “tek kopya” olarak önümüzdeki günlerde gösterime giriyor. Film, dil örgütlerinden kayıp annelerine, 12 Eylül’den devlet baskısına ve Hrant Dink’e dek sokağı ve yaşamı sorguluyor. Adını Onat Kutlar’ın aynı adlı öyküsünden alan filmde, Mahir Günşiray’ın canlandırdığı “Ahmet Kutlar” tiplemesi de Onat Kutlar ile yönetmen Köksal arasında geçen bir diyalogdan ortaya çıkmış. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle tek kopya çekilen film sınırlı sayıda sinemada gösterilecek. Yönetmen Köksal’la filmini konuştuk.
“Bahar İsyancıdır” filminde farklı pencerelerden İstanbul’u izliyoruz. Neden İstanbul? Bütün bu olup bitenlerden, acılardan sonra bu şehir nasıl oluyor da kendini yenileyip hiçbir şey olmamış gibi zaman yolculuğuna devam ediyor?..
İstanbul doğduğum, büyüdüğüm, yıllarca içinde yaşadığım şehir. Acıları, ağıtları, mutlulukları, doğumları, ölümleri, dostlukları, ayrılıkları, kopuşları, değişimleri, yıkıntıları… Elbette filmlerimde İstanbul çok güçlü bir şekilde var olacaktır. Bir kere sinemamın en önemli unsurlarından biri mekânla ilişkisi, diğeri de tabii ki zamanla ilişkisi. Bu filmimde her ikisi için de sanırım pek çok şey söylenebilir. Seyirciye zaman ve mekâna dair pek çok malzeme sunuyorum; üzerinde düşünmesi, hissetmesi için.
Bu kez İstanbul’a dair çok büyük değişimlerle karşı karşıyayız. Örneğin filmin hikâyesinin esinlendiği tiyatro grubumuz, yıllarca kendi emeğiyle oluşturduğu mekânını kentsel dönüşüm sürecinde, Beyoğlu’nun oteller bölgesi olması dolayısıyla kaybetti. Yani evimiz, yerimiz, yurdumuz bizden alındı. Tıpkı Emek Sineması, İnci Pastanesi gibi. İstanbul’un kendisi bu değişimlere direnemez; şehri içindeki yaşayanlar şekillendirir.
Sonuçta bu şehrin yerleri, yaşam biçimi, kokusu, dokusu – kısacası her şeyi değişiyor. Tıpkı bizden önce yaşayanların çekip gitmesi ya da bu değişim içinde kaybolmaları gibi.
Filmin adı neden “Bahar İsyancıdır”?
Filmimin adı, Onat Kutlar’ın aynı adlı öyküsünden geliyor. Teması da bu olağanüstü öykünün temasına bir göndermedir.
Onat Kutlar’ın öyküsündeki duvar gibi, benim kahramanlarımın önünde de dikeylerinin, tarihselliklerinin onlara koyduğu duvarlar var. Tıpkı Kutlar’ın öyküsünde olduğu gibi, kahramanlarım da kendi ütopyalarının peşindeler; hem de birlikte, ortak ütopyalarının…
Filmde Mahir Günşiray’ın canlandırdığı Ahmet Kutlar karakteri de, Onat Bey ile öyküsünden oyunlaştırma sürecinde yaptığımız bir konuşmadan esinlenerek yazıldı. Filmi ithaf ettiğimiz kişilerden biri de Onat Kutlar’dır.
“Fikret Bey” gibi bu filminiz de kentli bir film ve gişe kaygısı olmayan bir yapım. “Bahar İsyancıdır”a dair neler düşünmüştünüz, sonrasında neler oldu?
“Fikret Bey” pek çok uluslararası festival gezdi, yansıtıldı, oyuncuları ödül aldı. Ben ise Kültür Bakanlığı’ndan aldığım geri ödemeli desteği geriye ödeyen sanırım çok ender sinemacılardan biriyim.
İkinci film projem için 7 yıl destek bulamadım. Nihayet borç harç bu filmi yapmaya girişebildim. En büyük desteğim, mezun öğrencim ve filmde asistanlığımı yapan Mehmet Ceyhan ile ortak yapımcım Ali Arslan oldu.
Bir de dizilerde ve filmlerde başrol oynamış oyuncu arkadaşlarım – Kemal Kocatürk, Yıldıray Şahinler, Volga Sorgu, İpek Değer, Sefa Zengin – ayrıca hocam Mahir Günşiray ve ressam Hüsamettin Koçan gibi isimler destek verdi.
Filmin üslubuna dair düşündüğüm birçok şeyi gerçekleştirebildim: uzun hareketli planlar, doğaçlama oyunculuklar gibi. Filmi büyük oranda Steadicam ile çektik. Görüntü yönetmenim Deniz Arslan bu anlamda benimle birlikte riskli ve zor bir görselliğe imza attı. Ancak ekonomik sıkıntılar, çok daha mükemmel sonuçlara ulaşabileceğimiz görselliğimizi sınırladı.
Tek kopya ile gösterime girmemiz ve her şeyle kendimizin uğraşması bile yaşadığımız sıkıntıları yeterince anlatıyor. Yine de geriye baktığımda, bu filmi o kadar zorluğa rağmen “iyi ki yapmışım” diyorum.
Bir filmin politik bir yapım olması, ölüm oruçlarından kayıp anneliren ulaşması 12 Eylül’den devlet baskısına, Hrant Dink’e dek sokağı ve yaşamı sorguluyor. Sıradan insanın hikâyesini anlatması onun yazgısını değiştiriyor mu?
Elbette. Başka türlü sıradan insanın yazgısı nasıl değişir? Öncelikle insan kendi yaşamı, kendi şehri ve devlet mekanizmasının işleyişiyle yüzleşmeli. Ne yaşadığını iyice anlamalı ki, beğenmediklerini değiştirme fikri olsun. Sonrasında da elbette ortaklaşa bir direniş oluşturma gerekliliği doğacaktır.
Sinemada hareketli bir görsellikten, sokağın ve halkın dilini kullanmaktan yanasınız. Sinema, yaşadığımız “gerçekliği” ne kadar yansıtabiliyor sizce?
Sinema pek çok anlatıma, yaratıya açık bir sanat. Ben “her şey yapıldı, güneşin altında yeni bir şey kalmadı” düşüncesinde değilim. “Bahar İsyancıdır” ile kendi tarihselliğimin sınırlarını zorladığımda yaratıcı olabildim. Size “daha çok ekonomik imkânım ve zamanım olsaydı çok daha iyisini yapabilirdim” diyebilirim, ama kanıtlayamam. Çünkü yapabildiklerimin sınırını koşullar çiziyor.
Tıpkı EPOS’larda deneysel kahramanların yaşadıkları koşullar içinde ordan oraya savrulmaları gibi. Kahramanlar kendi kaderleriyle boğuşuyor; bağımsız bir yapımcı-yönetmen ise ülkesinin, dünyanın ve kendi gerçekliğinin ona sunduğu kaderle…
