Tarihi anlamak zorunda kalacağız | GÜLŞEN İŞERİ

Continue

Yönetmen Selma Köksal’ın Necla Algan ile birlikte senaryosunu yazdığı, yaşlı bir adamın işini kaybetmesi ve 12 Eylül mağduru olan oğlunun da yurtdışına yerleşmesi üzerine yaşadıklarını anlatan ‘Fikret Bey’, Beyoğlu’nda seyircisiyle buluştu

GÜLŞEN İŞERİ

Fikret Bey, seyirciyi vicdan muhasebesine götüren film, bir anlamda Türkiye tablosunun acı gerçeğiyle de yüz yüze bırakıyor… 1988 yılında başlayan filmin başrol oyunculuğunu Erol Keskin, Fuat Onan, Gökçe Algan paylaşıyor. Fikret Bey’in 76 yıllık yaşamı, Türkiye’nin değişim ve dönüşümüne nasıl tanıklık ettiğini filmin her karesinde görüyoruz. Selma Köksal’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Fikret Bey, gerçek yaşamın filme iz düşümü. 12 Eylül sonrasının kırıntıları, tozu ve dumanı insan hikâyesinin içinde genzinize takılıyor. Filmden çıktığınızda da çevrenizdeki ‘Fikret Bey’leri fark ediyorsunuz. Beş yıldır görmediği oğluyla zihninde konuşan, oturduğu masada zaman onun için durmuş gibi görünse de, hayat hatırlayarak, konuşarak, anlatarak, şakalaşarak, sinirlenerek, acı çekerek devam ediyor. Ne çoklar ve ne kadar yakınlar bize… Filmin yönetmeni Selma Köksal ve senaristi Necla Algan’la bir araya geldik.

»Fikret Bey ilk filminiz, bu ilkten dolayı filme başlarken kaygılandınız mı? Selma Köksal: Başımdan sonuna kadar kaygıyla geçti. Uzun bir süre finans bulmaya çalıştık. Benim zaten yazdığım senaryoyu çekmem olası değildi. Ablam yardımıma koştu. Filmi çok daha ekonomik yapabileceğimiz bir şekilde senaryosunu yazdı. Bizi zorlamayan bir proje olmasına dikkat ettik. Tek mekânda geçiyor olay zaten.

»Neden tek mekân? S.K: Çünkü bir türlü istediğim imkânlara ulaşamadım. Kültür Bakanlığı az bir bütçeyle destek verdi. Teknik olarak firmalardan yardım aldık.

»Bu zor koşullarda neden böyle bir film peki? S.K: Şöyle söyleyeyim; ilk filminizse, televizyondan gelen biri değilseniz, ticari bir film düşünmüyorsanız, hikâyeniz gündemde olan hikâye de değilse çekmeniz çok zor. Tarz olarak yeni şeyler deneyecekseniz çok zor. Bu noktada ilerleyebilmek için de ilk filmi çekmek gerekiyor. Bu nedenle bu projeye ekonomik sınırlılıklar içinde düşünmüştük, sonrasında çekici hale geldi. Tek mekânda bir hikâye anlatmaya çalışmak, hele de Fikret Bey’i belirleyen bir karakter, 76 yıllık yaşamdan söz ediyoruz, o zaman zaten hikâye kendi kendine Türkiye hikâyesine dönüşüyor. O mekân, fabrika, birçok göndermeler içeriyor.

»’Fikret Bey’ birçok açıdan da bakıldığında izleyicinin vicdanına dokunan bir karakter… N.A: Çünkü annesi Fikret Bey doğduğunda babası Çanakkale savaşında ölmüş. S.K: Çok büyük bir dönüşüme, değişime de tanıklık etmiş, yaşama tutunmasını bilen biri.

»Gerçek yaşamı senaryoya aktarmak nasıl… N.A: Gerçek hayat çok karmaşık. Yaptığımız hayatın sadece bir kesiti. Oradaki yaşam, düş kırıklığı, bekçi Mehmet… Mehmet’in de bir hikâyesi var. 30 yıl önce İstanbul’a gelmiş, gecekondu yapmış, birçok badireler atlatmış biri. Bekçi Mehmet’in iki gecekondusu var ve müthiş bir mutsuzluk.

»12 Eylül meselesi ‘Fikret Bey’de de karşımıza çıkıyor, oğlu 12 Eylül mağduru ama biz oğlunu hiç tanımıyoruz, bir tercih miydi bu? S.K: 12 Eylül başka bir şeyin konusuydu aslında. Bizim seçtiğimiz tarih 1988 yılı. Mesela o tarihi seçmemizin de önemi vardı. 88 yılı önemliydi. Bahsettiğimiz dalgalanmanın, tozun, 12 Eylül’ün etkisinin hissedildiği çok büyük değişimin ve kırılmanın yılıydı. N.A: ‘Fikret Bey’ ’80 sonrasında hayata lanet ederek yaşadı. Baktığımız zaman onda da çok büyük kırıklar bıraktı 12 Eylül.

»Filmi çektiniz ve bitti. Sonrasında Türkiye tablosuna bakışınız nasıldı? S.K: Bizim yüzleşmediğimiz o kadar çok şeyimiz var ki. Bağlanmadığımız o kadar çok süreç var ki. Tarihi yaşatmak, düşündürmek anlamında bu filmin çok önemli olduğunu düşünüyorum, umarım sonrasında da devam eder. N.A: Küçük insanların dünyasından yola çıktık ama her gerçek insan toplumsal gerçeğin içinde var olur.

»Toplumsal gerçeklik dediğimiz olguların sinemaya yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz peki? N.A: Gerçekliği ne kadar tanımlıyor tartışılır ama kötü niyetli olduklarını da düşünmüyorum. Ama anlam bulanıklığı içinde olduğumuzdan dolayı da filmlerde bu kadar olabiliyor. Bir arkadaşım, “12 Eylül filmleri iş yapmaz aslında” demişti. Çok doğruydu, çünkü insanlar politikadan korkuyorlar. İzlemek istemiyorlar.

»Bir kaçıştır, sözünü ettiğiniz yüzleşememe… N.A: Tabii buda mümkün. Kişisel olarak duymak istemeyenlerde çok ama duyamıyoruz artık çığlıkları. Duvarlarda dillendiremiyor bence. Gerçekten toplumsal bir dönüşüme ihtiyaç var. Tarihi birgün anlamak zorunda kalacağız.

»Ama buna rağmen sinema ve televizyon sektöründe de büyük bir hareketlenme var… S.K: Kültür Bakanlığı’nın desteği çok önemli. Kültür Bakanlığı’ndan destek bulduktan sonra da başka yerlerden de destek bulabiliyorsunuz. Ve bunun dışında çok fazla dizi çekiliyor. Bu filmlerin önü açılırken bizim gibi filmler kenara itiliyor. Festivallerde de durum aynı. N.A: Ticaret ve kapitalist üretim mantığının bir parçası. “Nasıl iş yapar?” diye düşünülerek yapılan bir sürü filmler var. Bunu bir kenara koyarsak, burada çok önemli sorunlar ortaya çıkıyor. Bir takım ön yargılardan dolayı ortaya çıkan filmler var: “O şimdi asker,” “Kurtlar Vadisi” vb. Bu filmleri yaparak bu düzenin mantığına hizmet etmiş olacaksınız. Öte yandan, “ben saf bir sanat yapacağım” diyen insanların da bence bir takım problemleri oluyor. Çünkü böyle bir mekanizmanın içinde hayatını geçirip, beyin hücrelerini bu kadar harcayıp sonrada iyi bir sanat yapmak o kadar kolay bir şey değil. Yine genel geçer değerler baskın oluyor. “Bağımsız sanat yapacağım” diyen insan acaba içinde bulunduğumuz düşünce dünyasından ne kadar bağımsız oluyor? Böyle bir sorun var. S.K: Bir de dünya bu kadar kavrulurken sen ne kadar bağımsız olacaksın. İçindeki çelişkiler dünyasıyla saf sanatı nasıl yaratabilirsin.

»Sözünü ettiğiniz üretim daha çok dizilerde karşımıza çıkıyor sanırım. S.K: Bir düşünce üretmek bir farklılık yaratmak, toplumu bir yerden bir yere götürmek adına yapılmıyor, duygu teknisyenliği yapılıyor. N.A: Sonsuz bir istismar var dizilerde. Bu ilkel değerleri aşmak yerine, dizilerde bu yargılar yeniden üretiliyor. Mesela ağaya tapmayı görüyoruz dizilerde. Giderek otoriteyi çağırıyoruz. O ekrana bakarak taşlaşıyoruz aslında.

»Peki dizilerin sinemaya etkisi nedir? S.K: Televizyonun bu yöndeki hakimiyeti maalesef sinemaya da çok yansıyor. Rehin alıyor.

»Ama aynı zamanda da izleniyor… S.K: Evet izleniyor. Toplumun bütün dinamikleriyle oynanmış, bütün ilerici unsurları törpülenmiş… Bu durumdayız. Bu yanıyla da bakınca biz çok doğru bir iş yaptık, bir bireyden, bir insandan yola çıkarak hikâye anlattık. (BirGün pazar | 25 KASIM 2007 PAZAR)