söyleşi: berke göl
Fikret Bey’i kardeşiniz Necla Algan’la birlikte, kendi babanızın hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdınız. Senaryonun ne kadarı kurmaca, ne kadarı otobiyografik? Kurmaca öğelerle gerçeklere dayananlar arasındaki dengeyi belirlerken nelere dikkat ettiniz? Babamız 1912 yılında doğmuş. Onu 1989 yılında kaybettik. Babamız, Fikret Bey gibi Cumhuriyet’in resmi kuruluşundan 16 gün önce, 13 Ekim 1923’de Orta Anadolu’nun bir köyünden, 11 yaşında öksüz ve yetim bir çocuk olarak İstanbul’a gelmiş. Rumların, Ermenilerin, Levantenlerin de bulunduğu kozmopolit İstanbul’da, Cumhuriyet’in rüzgarıyla, var olması, kendini oluşturması için desteklenmiş, 1950’li yıllarını kendi çapında büyük sanayi atılımlarını gerçekleştirerek karşılamış. Sonrasındaki süreçte tökezlemeleri, kayıpları, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, değişim ve dönüşüm süreçlerinden çokça etkilenmiş. Bu anlamda Fikret Bey karakterini oluştururken, babamın biyografisinden yararlandık. Ancak kişisel olarak babamızın yaşam öyküsü, Fikret Bey’inkine göre çok daha acıtıcıdır. Biz babamızın özyaşamöyküsünün çok kişisel yanlarını elimine ederek, temel değişim süreçlerine; yaşlılık, tek gün, tek mekân, gündelik yaşantı gibi özelliklerin üzerine giderek hikâyemizi konsantre hale getirmeye çalıştık. Bu anlamda gerçekten yola çıkarak tasarlanmış, kurmaca bir hikâye olduğu söylenebilir.
“Fikret Bey filmin özellikle sonunda vurgulandığı gibi kaybeden biri olduğunu biliyor. Buna hayıflanmak yerine, tüm yaşamını verdiği değerlerin simgesi, şimdi yıkıntıya dönüşmüş fabrikada son günlerini geçiriyor ve ölümü karşılıyor.”
Fikret Bey Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüm noktalarına tanık olmuş bir karakter. Cumhuriyet kurulduğu yıl İstanbul’a gelmiş, İkinci Dünya Savaşı yıllarını, 6-7 Eylül olaylarını, 12 Eylül darbesini yaşamış. Oğlu 12 Eylül’ün ertesinde yurtdışına sürgüne gitmiş. Bu anlamda karakterin hikâyesinin Türkiye tarihine ışık tuttuğunu söyleyebilir miyiz? En azından, Fikret Bey karakterinin uzun, zorlu yaşam öyküsünün izlerini sürerek, tüm bu tarih üzerine düşünme çağrısında bulunduğu söylenebilir.
Fikret Bey, artık sona ermekte olan yaşamına nostaljik bir bakışla bakıyor. Onun hayatının sonundaki bu bir güne bakarken filmin de aynı nostalji duygusuyla dolu olmasını mı amaçladınız, yoksa daha soğukkanlı bir yaklaşımla onun nesnel durumunu mu betimlemeye çalıştınız? Aslında, filmde Fikret Bey sadece bir yerde geçmişe özlem duyuyor. O da gece, biraz rakı içip, Mehmet’le söyleşirken. İstanbul’un kozmopolit, nezih yaşantısına özlem duyduğu anlarda. Fikret Bey filmin özellikle sonunda vurgulandığı gibi kaybeden biri olduğunu biliyor. Buna hayıflanmak yerine, tüm yaşamını verdiği değerlerin simgesi, şimdi yıkıntıya dönüşmüş fabrikada son günlerini geçiriyor ve ölümü karşılıyor. Filmin geçtiği ve bizim de bu yolla tanıklık ettiğimiz bu bir güne hakim olan atmosferin, nostalji olduğunu düşünmüyorum. Filmimi oluşturan tüm unsurların, müzik dışında, nesnel bir üslubunun olduğunu düşünüyorum. Başından beri tüm unsurları böyle kurdum ve uyguladım. Ancak filmin müziğini yapan Süleyman Alnıtemiz, minimalist bir yaklaşımı tercih etmedi. Filme çok yoğun ve farklı bir iletişim kurdu. Başta, farklı yöntemlerimiz olmasının film için uygun olmadığını düşünüyordum. Bir gün, onun film üzerine çalışırken “hepimiz ölmeye geldik bu memlekete, ölmeye, ölmeye; yaşamaya değil!” diye söylendiğini duydum. Fikret Bey ile yoğun bir iletişim kurmuştu ve müziği çok duyumsayarak gerçekleştiriyordu. Benim sade, minimalist yaklaşımıma karşılık, o Fikret Bey karakterinden çok yoğun ve çok sesli duyumlar alıyordu. Bu sürece müdahale etmek istemedim. Sonuçta, böyle sade ve minimalist bir filmin, çok sesli ve uğraşılan bir müziği oldu. Müzikse, filmin atmosferine doğrudan katkı sağlayan bir unsur. Eğer filminizi tamamlayan bir müzik oldu mu diye sorarsanız, evet oldu diye cevap veririm. Çünkü Süleyman Alnıtemiz’i böyle bir yaratıya götüren Fikret Bey karakteriydi. Belki ‘nostalji’ diye tanımladığınız, yoğun duyguların iletimi, filmde en çok müzik ve Fikret Bey karakterinin güçlü yapısından kaynaklanmış olabilir.
Film tek bir günde, neredeyse tamamen tek bir mekânda geçiyor. Fikret Bey’in hayatının önemli anlarını ve bunları hatırlayışını bir güne sığdırırken ne tür engellerle karşılaştınız? Senaryo aşamasında bu konudaki öncelikleriniz nelerdi? Filmin 2000 yılında yazdığım ilk senaryosunu, istediğim ekonomik koşulları elde edemediğim için çekmemeye karar verdim. Tam Kültür Bakanlığı’ndan aldığım 50 bin YTL’lik desteği iade ediyordum ki, Necla Algan’ın senaryoyu yeniden kurgulayarak yazma önerisi geldi. Benim yazdığım ilk senaryoyla, Necla’nın yazdığı ve benim çektiğim Fikret Bey‘in, öykü yapısı ve hedeflediği biçim çalışmasının, birbirleriyle hiç alakaları yok. Tek benzerlikleri ana karakterin yaşam öyküsünün izleri. Necla Algan’ın senaryosuna ufak tefek müdahalelerim oldu. Biraz kurgusuyla uğraştım, birkaç sahneyi yazdım. Ama filmin senaryosunun çok büyük bir kısmı ve tüm diyaloglar ona ait. Necla, benim ilk filmimi bu kısıtlı imkânlarla çekebilmem için böyle bir senaryo geliştirdi. Tek bir günde, tek bir mekânda geçmesi pek çok zorluğu getirmekle birlikte, hikâye anlatımında deneysel bir yapıyı da zorluyor. Senaryo yazım formülleri kullanmıyorsanız, seyircinizi esir almayı hedeflemiyorsanız. Farklı bir öyküleme deneyerek, seyircinize farklı bir iletişim öneriyorsunuz. Tabii eğer seyirciniz de buna hazırsa ve böyle bir deneyime açıksa. Belki az önce sıraladığım nedenlerle, belki sinema sanatının kendi doğası gereği, ben sözsüz oyunlarını çok daha istisna buluyorum.
Film büyük ölçüde Erol Keskin’in performansına dayanıyor. Erol Keskin karakterin oluşumu ve diyaloglar konusunda filme doğaçlamalarıyla katkıda bulundu mu? Bu konuda senaryoya ne kadar sadık kaldınız? Erol Keskin, 50 yılını aktörlük mesleğine vermiş, aktörlükle ilgili araştırmalarını ve çalışmalarını tüm yaşantısı boyunca sürdürmüş, hep kendini yenilemiş bir usta. Filme katkısı olağanüstü. Karakter, onunla var oldu. Bence yıllanmış şarap tadında bir performans. Ancak projenin ağır koşulları, Erol ağabeyi de çok zorladı. Filmi 10 günde çektik. 25 saat durmaksızın bizimle çalıştığı oldu. Kendisi, özellikle sözleri çok önemsediğini söyleyerek, diyalogların hepsini söylemek konusunda ısrarlı davrandı. Gerçekten hepimizin ve özellikle onun daha çok zamana ihtiyacı vardı. Yani her şey çok daha mükemmel olabilirdi.
Fikret Bey İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı bölümde gösterilmişti. Altın Portakal Film Festivali’nin de programında yer almıyor. Altın Portakal’ın seçici kuruluyla ilgili olarak Ümit Ünal’ın tepkisiyle ortaya çıkan tartışma hakkında görüşleriniz neler? Ben bu sorunuza başka bir soruyla cevap vermek isterim. Gerçekten festivallerin amacı nedir? Bir ülke neden sinema festivalleri yapar? İstanbul Film Festivali’nin yarışma bölümünde çok ticari filmler yarışırken, benim filmim neden yarışma dışıydı? Aynı şekilde Antalya’daki Ulusal Yarışma’da her şeyiyle Alman yapımı bir film yarışırken benim filmim, Ümit Ünal’ın filmi, başka filmler neden yarışmada yok? İstanbul Film Festivali’nde ve Antalya’da ön seçici diye tanımlanan kişilerin adları ve seçme yöntemleri neden saydam değil? 7 ay sonra bile hâlâ İstanbul’un ön seçicilerinin kim olduğunu, filmleri neden ve nasıl elediklerini bilmiyorum. Antalya’da da öyle olacak. Anlamsız ve nedensiz bir seçim var ortada. ‘Ön seçici’ nedir? Bu festivaller daha birkaç yıl önce yarışacak film bulamıyorlardı, şimdi çok film çekildi de 10-12 sayısında onları zorlayan bir yasa mı var? Benim adıma bu festivaller süreci, tam bir fiyasko, anlamsızlık, haksızlık ve umut kırıcı. Gözümde ve başkalarının gözünde değerleri zedelenmiştir.
Yönetmenlik mi daha çok ilginizi çekiyor yoksa senaryo yazarlığı mı? Sinema kariyerinize nasıl devam etmek istiyorsunuz? Şu an üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı? Bir yönetmenin senaryo yazma sürecinde mutlaka yer alması gerektiğine inanıyorum; ama senarist olarak, ama gözlemci olarak. Çünkü senaryo yazımında, film yapılmaya başlanıyor. Kendimi senaryo yazarlığı konusunda yetkin bulmuyorum, bu konuya daha yoğunlaşmam gerekli. Senaryo yazım sürecinde, özelikle diyalog yazarlığı konusunda yetkin kişilerden destek almaktansa hiç gocunmam. Çünkü seyrettiğim filmlerde özellikle diyaloglar konusunda sorunlar görüyorum. Şu anda üzerinde çalıştığım bir senaryo var. Bir tiyatro grubunun 1995-2005 dönemindeki ilişkilerini, kişisel çatışmalarını, gene Türkiye, İstanbul’la bağlantılı anlatmaya çalışacağım.

