Selma Köksal’ın yönettiği, senaryosunu Necla Algan ile birlikte yazdığı ilk uzun metrajlı filmi “Fikret Bey” 9 Kasım’da vizyona giriyor. Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun olan Köksal, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda tiyatro eğitimi almış, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema bölümünde yüksek lisans ve sanatta yeterliliğini tamamlamış. Oyunculuğunun yanı sıra yönettiği tiyatro oyunlarıyla ödüller alan, kısa film çalışmalarıyla yurtiçi ve yurtdışı festivallere katılan yönetmenin bu ilk uzun filmi, yönetmenin Türkiye’nin ilk kazan fabrikasını kuran sanayici babası İlyas Köksal’ın gerçek yaşam öyküsünden yola çıkılarak oluşturulmuş kurmaca bir hikayeye dayanıyor. Filmde gençliğinde önemli bir atılım yaparak yerli üretime katkıda bulunmuş olan, ancak seksen sonrası kapitalist üretim tarzına yenik düşerek iflas eden Fikret Bey’in yaşamının son döneminden bir kesit aktarılırken, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten 12 Eylül sonrasına dek uzanan panoraması çiziliyor.
Saatli maarif takvimi 13 Ekim 1988’i gösterirken Fikret Bey’in yaşamının kalan günlerinden biri daha alışılmış temposuyla, fabrikada geçmektedir. Fikret Bey’in köpeği Prenses’in belediye görevlilerince öldürülmesiyle başlayan günde, darbe sonrası yurtdışına sürgün edilen oğula duyulan özlem, bekçi Mehmet ve vefakar mühendis ile paylaşılan sohbetler, üniversite öğrencisi kızı Zeynep’in ziyareti ve elbette ki ömrünü verdiği işini sonuna dek yaşatma umudu hırsı art arda sıralanır.
Filmin dikkat çekici özelliği kuşkusuz ki düşük bütçeyle kotarılmış olması. Filmin düşük bütçeli olması, tek mekanda dar bir oyuncu kadrosuyla çekilmesini ve çoğunlukla mekanın özelliklerinin sonuna dek kullanarak görsel bir yaratma çabasını beraberinde getirmiş.
Mekan seçimi ve kullanımındaki özen, Fikret Bey karakterini canlandıran Erol Keskin’in ve bekçi Mehmet’i canlandıran Fuat Onan’ın oyunculukları ve müzik seçimi kuşkusuz ki filmin başarılı unsurları. Öte yandan oyunculuktan, diyaloglardan ve yer yer tek mekanda çalışmanın getirdiği kısıtlamalardan kaynaklanan tiyatrovari atmosfer, filmin tadında ilerlemesine engel oluyor.
Son olarak sağlam bir hikaye üzerine kurulan, kısıtlı olanaklara rağmen samimiyetle, imece usulüyle çevrilen yapımın yaşadığı ilginç vaka ise Antalya ve İstanbul Film Festivalleri’nin kim oldukları açıklanmayan ön jürilerinin elemesinden geçememiş ve bu festivallerin yarışmalı bölümlerine kabul edilmemiş olması. Aynı şeffaf olmayan ön jüriden geçemeyen “Ara” filmini yönetmeni Ümit Ünal’ın başlattığı ve Ali Özgentürk’ün de desteğiyle devam eden tartışmaya böylece Selma Köksal da katılmış. Bu festivallerin tam olarak neden düzenlendiği ve Türk sinemasına gerçekten destek olmaya çalışıp çalışmadıkları konusu gitgide aklımızı takılırken Köksal şu soruları soruyor: “Festivallerin amacı nedir? Ünlüler getirme yarışında birinci olmak mı? Sadece sinema endüstrisinin gelişimine basamak olmak mı? Yoksa bağımsız sinemanın, özgün ve özgür Türk sinemasının gelişimini destekleme adına her tür renge yer vermek mi?” Cevap bekleyen bu sorular ise başka bir yazının konusu… İyi seyirler! (cinemascape – Kasım 2007)
