Huzur nazlı bir kavaktı Fikret Bey… | Suat Köçer

Continue

Film Kritik

Kızınızın yazıp yönettiği biyografi filmiyle tanıdım sizi. Hayat hikayenizmiş.

Fötr şapkanız, elinizden düşmeyen sigaranız, gergin yüzünüz ve derin bakışlarınızla çok hüzünlüydünüz. 11 yaşında gelmişsiniz İstanbul’a. Kimsesizmişsiniz o yıllarda. Sanayinin yeni geliştiği dönemlerde, riskleri sırtlayıp yerli üretim macerasına atılmışsınız. Kocaman bir fabrikanız olmuş sonradan. Kimsecikler inanmamış başaracağınıza ama siz memleket sevgisiyle kulak asmamışsınız korkulara. Varınızı yoğunuzu yatırıp, memleket sevgisi üzerine bina etmişsiniz fabrikanızı.

Ve bir Eylül ayıyla gelen o karanlık dönem başladığında, yani memleketini sevdiklerini söyleyen ama asık suratlı, tok sesli adamlar yönetime el koyduklarını söylediklerinde, sizin serüveniniz yeni başlıyormuş.

Memleketi kurtarmak için memleketin canına okuyanlar, sizin hayatınızda da köklü değişimlere neden olmuş. Can parçanız, oğlunuz mesela… O da memleketini sevdiği için yanlış giden bir şeylere dur diyesiymiş. Dediğiyle kalmış. Onun omzunda apoletler, etiketler yok ya, haliyle, sözü de geçmemiş. İçeri almışlar, aldıkları binlercesiyle birlikte. Vatan, millet sevgisini taşıdığını söylediği kalbine, bedenine onulmaz işkenceler yapmışlar. Siz anlattıkça, yüreğiniz her anlattıkta kanadıkça, acınızın nasıl derinlerinize işlediğini gördüm.

Sonra işkenceden daha beteri, oğlunuzun başını alıp yurt dışına gitmesi olmuş. Dayanamamış sevdiği, uğruna canını vermeye hazır olduğu memleketinde bu dışlanmaya, itilip kakılmaya. O memleketinden, siz de evlat sevgisinden sürgün olmuşsunuz. Her gün içtiğiniz 2 paket sigara, dalıp gittiğiniz uzaklar oğlunuzun hasretini unutturamamış size.

Kötü kötü öksürüyordunuz. Fabrikanızın emektar bekçisi Mehmet amcayı can yoldaşı edinmiştiniz kendinize. Her söz açıldığında oğlunuza olan özleminizi anlatıyordunuz. ‘Ne yaptı diyordunuz’, ‘ne yaptı memleketini sevmekten başka?’

Bu memleket biraz da böyleydi Fikret Bey. Sevmek yetmiyor, birilerine inandırmanız gerekiyordu sevginizi. Siz tek başınıza sevemezdiniz memleketinizi. Oysa ne kadar çabalamıştınız yerli üretimi sürdürmek için… İlla yerli malı, illa yerli malı diyerek türlü zorlukları göğüslemiş, taa Erzurumlara kadar götürmüştünüz emeğinizi, becerinizi. İşçileriniz, kalfalarınız, ustalarınız vardı. Ama anlayın lütfen Fikret Bey, sevginiz ‘onların’ kabul edebileceği kadardı… Zaten ne size ne de sevginize inandılar. Yalnızca evladınızı değil, olmazsa olmazınız işinizi, fabrikanızı da elinizden aldılar.

Şimdi son iş gününü yaşadığınız fabrikanızda, bu sabah belediyecilerin vurarak öldürdüğü ‘köpeğiniz’ için yas tutarken, ‘neden vurdular Mehmet, neden söylemedin bizim olduğumuzu’ diye defalarca soruyordunuz Mehmet amcaya. O da ‘söyledim Fikret amca, dinlemediler’ diyordu. Sigarayı daha bir hınçla içiyordunuz. Kopup giden oğlunuzdan her söz açıldığında, dumanı daha derinlerinize çekiyordunuz.

Onlar güçlüydü Fikret Bey. Ama sadece güç değilci ellerindeki. İmtiyazları vardı, sonsuz seviyede. En çok ‘onlar’ seviyordu memleketi. Tek söz sahipleriydi. Ne varsa memleketle ilgili, en doğrusunu bilirlerdi. Korumak ve kollamakla görevli olduklarından, ne zaman memleketin başı ağrısa, şefkat elleri uzanırdı. Her uzandığında böyle sizinkiler gibi sayısız yaralar kanardı.

Yaşadıklarınızı bir bir anlatıyordunuz Mehmet amcaya. O fabrikanızın bekçisiydi. Ama sizin belki de tek dert ortağınızdı. ‘Mehmet, bakkaldan iki sigara, bir de Cumhuriyet al gel, çay demle konuşalım senle’ diyordunuz. Mehmet amca namazını kılıp yanınıza oturduğunda, sizin her seferinde tazelenen acılarınızla kurduğunuz cümleler, çorap söküğü gibi geliveriyordu. ‘Ne yaptık Mehmet biz, memleketimizi sevmekten başka? Bunca yıl neyin mücadelesini verdim? Oğlum neden gitti vatanından uzaklara?’

Unutmadan söyleyivereyim; ne yazık hala devam ediyor onların memleketi sevmeleri. Ve ne yazık, elinizden düşürmediğiniz gazeteniz gibi, onların yanında şimdi ‘niceleri…’ Sizin serüveninizdi bu. Hepimizin serüveninden bir parça vardı hikâyenizde. Tek istediğimiz, tek istediğimiz biraz huzurdu sadece. Hani siz, ‘Mehmet’, demiştiniz; ‘ben ölünce, senin bahçeye diktiğin şu kavağın altına gömsünler beni.’ Huzur sizin için nazlı bir kavak ağacıydı Fikret Bey. Belki yoruldunuz memleketinizi düşünmekten. Dahası, istediğiniz sadece gölgesinde sessizce yatıp uyumaktı.

Çünkü ölmek bazen yeğdi sevmekten…