İlk gençlik yıllarında sinemanın ustalarıyla tanışan Selma Köksal Çekiç ’88, Boğaziçi Üniversitesi’ni oyunculuk kulübüne girmek için tercih ediyor. Ardından İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü ile Marmara Üniversitesi Sinema TV Bölümü’nde yüksek lisans ve doktorasını tamamlıyor. Filmlerinde Türkiye’nin içinden geçtiği süreçlerle kenetlenen bireysel deneyimleri öyküleyen Çekiç ile BÜ yıllarından son filmi “Fikret Bey”e uzanan bir röportaj gerçekleştirdik.
BÜ İşletme Bölümü’nden mezun olduktan sonra oyunculuk öğrenimi görüyorsunuz. Bu kadar farklı bir dala geçmeye nasıl karar verdiniz?
Ablam Mimar Sinan Üniversitesi’nde öğrenciydi. Ben de haftada iki üç kere oradaki film gösterimlerine gidiyordum. Tüm klasikleri, önemli film yaratıcılarını -Bergman, Antonioni, Orson Welles, Fellini…- filmlerini on beş, on altı yaşlarında seyrettim. Sonra Sinematek’de de çağdaş sinema yaratıcılarının filmlerini izledim. Sanatla uğraşmaya çok erken yaşlarda karar verdim. İlk başta oyuncu olmaya karar verdim. Konservatuara değil de BÜ’ye gitmek ve orada çalışmak tercihim oldu. İşletme sadece BÜ’de öğrenci olmak için seçtiğim bir bölümdü. İşletmeyle ilgili bir şey yapmayı hiç düşünmedim. Tiyatro Kulübü’nde yoğun olarak çalıştık. Zaten oradan arkadaşlarım Şerif Erol ve Kerem Kurdoğlu’yla ilk tiyatro grubumuzu kurduk: Tiyatro Devran. Bu tiyatro topluluğu iki yıl yaşadı. Sonra yollarımız ayrıldı. Oyunculuk için muhakkak bunun eğitimini almam gerektiğini düşünüyordum. O dönemde İstanbul Üniversitesi’nde oyunculuk bölümünde yarı zaman vardı. Sadece oyunculuk derslerini alıyordunuz. BÜ’nün ardından da onu bitirdim. İÜ’nden bir grup arkadaşımla Oyuncular Tiyatro Grubu’nu oluşturduk. Ve çok uzun süren bir tiyatro macerası başladı. Özgün, avangard, deneysel çalışmalar yapmak istiyorduk. Her birimiz farklı işlerde çalıştık. Ben uzun yıllar rehberlik yaptım. Arkasından seslendirme yaptı. Bütün kazandığımız parayla bu tiyatroyu yaşatmaya çalıştık. Bize katılan diğer sanatçı arkadaşlar da öyle. Böyle bir tiyatroyu yaşatmak gerçekten çok zorlu, çok yıpratıcı bir süreç oldu. Ama özgürlüğümüzden ödün vermeden bir şeyler yapmaya çalıştık. Bu tiyatro macerası içinde Strindberg, öykü, roman ve şiirlere daldık. Sadece var olan oyun metinleri değil, kendi oluşturduğumuz ve tiyatroya uyarladığımız metinlere geçtik.
Sinemaya geçişiniz nasıl oldu?
Ben süreç içinde tiyatronun öyle ya da böyle Türkiye koşullarında çok sıkışacak bir sanat olduğuna, tiyatroda yapabileceklerimi yeterince gerçekleştiremeyeceğime karar verdim ve sinema okumaya karar verdim. Marmara Üniversitesi’nde master ve doktora yaptım. Bu master ve doktora çalışmalarımın bana çok önemli bir katkısı oldu. Sanatta ne yapmak istediğimi biliyordum aşağı yukarı. Bunu sinemada nasıl yapacağız, orada okuduğum zaman içerisinde oluşturdum. Hem master hem de doktora tezim kuramsal çalışmalardı. İlk filmim Karşılaşma, aynı zaman da master tezimdi. Bu filmi TRT destekledi. Dörtte üç yapım verdi. Ve biz Kapadokya’da bir hafta plato oluşturduk. Tuncel Kurtiz ve Erol Keskin de oyunculuklarıyla destek verdiler. Bu çok büyük bir hücre gerekirken bir projeydi aslında ve TRT desteği sayesinde çekebildik. İlk kısa filmim 35 mm’ydi. Ben sadece post prodüksiyon -filme aktarılma giderlerini karşıladım. Bu filmim Arıburnu Ödülü aldı. Ve Japonya’dan Amerika’ya kadar pek çok ülkede gösterim şansı buldu. Yunanistan’da Akdeniz Festivali’nde de Türkiye adına yarıştı.
Peki ya ikinci filminiz çarpışma?
İkinci kısa filmim Çarpışma doktora tezimdi. Çarpışma’yı video olarak çektim. Onu çekerken, senaryosunu yazarken ve teorisini oluştururken “Sinema nasıl bir sanattır? Ben nasıl bir film oluşturmalıyım?” gibi filmin daha çok biçim ve dil sorunları üzerine düşündüm. Sanırım bu ikinci filmin gerçekleştirmek istediğim sinema diline daha yakın oldu. 15-16 yaşlarında bir kız iki erkek üç tane hayatlarına tanıklık etmeye yöneldim. Bir dramatik yapı kullanmadım. Farklı bir öyküleme denedim. Her birinin hayatına tanıklık ederken hikaye birinden öbürüne bir çarpmayla geçiyordu. Yani bir çocuk öbürüne çarpıyordu. Ve onun hayatına odaklanıyorduk. Bu filmim İFSAK’da 2002 yılında birinci oldu. En iyi kurmaca ödülünü aldı.
Fikret Bey nasıl ortaya çıktı?
İkinci kısa filmimden sonra uzun metraj için finans bulmakla uğraşmaya başladım. Fikret Bey’in ilk senaryosunu 2000’li yıllarda yazmıştım. Ama bu bir ailenin öyküsüydü. Sadece Fikret Bey’in değil, eşi ve iki çocuğunun üç ayrı döneme yayılmış hikayesiydi. 1980 darbesi öncesi 1977-1978 yılları, 1980 darbesi sonrası 1988-1989 yılları ve günümüzde geçiyordu. Bunu çekebilecek finansmanı bulamadım. Çünkü dönem hikayesiydi. Bir kere iki tane güçlü geçmiş dönem vardı. Yani çok detaylı olması gereken bir sanat çalışması vardı. Bu bir türlü olmadı.
Babanızın Alman denizaltılarından dahi geçen oldukça ilginç bir hayat hikayesi var ama siz 13 Ekim 1988 gününü seçiyorsunuz anlatmak için. Yıkımı vurgulamak için mi bu tarihi seçtiniz?
Ben babamı 1989 yılında kaybettim. 1988 yılı onun son dönemiydi. Fikret Bey filminde olduğu gibiydi onun da gündelik hayatı. Filmde sokak köpeği Prenses öldürüldükten sonra birden bire tepki gösteriyor Fikret Bey. Kendi hayatı, oğlunun hayatı, kendi yıkımı, oğlunun yıkımı… Yüksek bir duygu boşalımı yaşıyor. Sanıyorum gerçek hayat da böyle. Hiç beklemediğimiz bir olay bizde patlamalara neden olabiliyor. Babam Fikret Bey gibi zaman zaman fabrikada kalırdı. Çünkü zaman ve hayat çok değişmişti. Ama o, değiştiğini bile bile, kendi inanç ve ahlakına uygun bir yaşama alanı olmadığını bile bile kendi kalesinde ölümü bekledi. Fikret Bey de öyle. 1980 ihtilali sonrasında üç yıllık bir sıkı yönetim süreci oldu ve ardından Özal iktidarı gündeme geldi. Yoğun bir şekilde neoliberal ekonomiler yerleşti. Dünyada da öyle oldu. Bu da ekonomik ve gündelik yaşantıyı çok değiştirdi. Siyaseti, ahlakı, insanın yaşama bakışını çok değiştiren yıllar oldu. O nedenle 1988’i seçtim. Ondan sonra artık geride bırakılmış bir dönem vardı.
Dünya ve Türkiye sinemasında tanıdığımız çok fazla kadın yönetmen yok. Bir kadın yönetmen olarak siz bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz?
Ben üzülüyorum açıkçası. Kadının hikayesi iyi bir noktaya gitmemekte. Sanırım kadın konusunda çok hoş olmayan bir gelecek bekliyor bizi. Zaten bir kadın sorunu vardı. Şimdi önümüzde daha da büyük kadın sorunları olacak diye düşünüyorum. Hem kırsal kesimde hem kentte kendini var eden, özgür düşünen kadın sayısı daha da azalacak gibi gözüküyor. Kadınların sanatta, bilimde ve diğer alanlarda yeterince var olmamasının tarihsel nedenleri var. Ve bu nedenler daha da kötüye gidiyor gibi gözüküyor. Bu yaşadığımız iklimin, Türkiye’nin, değişimleri pek iyiye gitmiyor. Bu bağlamda yakın gelecekten değil ama uzak gelecekten ümitliyim.
Türk sinemasının ve Türkiye’deki oyuncuların dünya sinemasına kıyasla durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Türkiye’deki oyuncuları çok beğeniyorum. Dünya oyuncularından hiçbir farkları olmadığını düşünüyorum. Bir Rus yönetmen de aynı şeyi söylemişti bana. “Türk oyuncuların içsel aksiyonları Ruslar ve İtalyanlar gibi çok güçlü” demişti. Ben buna inanıyorum. Türkiye’de çok iyi oyuncular var. Ama sinema ve tiyatro dili oluşturmak konusunda daha yolumuz çok. Sanıyorum sinema tiyatronun önüne geçti. En azından bağımsız iyi sinemacılarımız oldu. Ve bunların birçoğu Boğaziçi’nden. Dünya sinemasındaki yerini sorarsanız, tecimsel sinema son dönemlerde dizi sektörünün çok fazla etkisi altında. Dizi estetiği sinema sanatına çok fazla zarar veren bir estetik. Ama bağımsız sinemacılar bunun dışında durmaya çalışıyor. Toplumsal olarak, dünya olarak, insan ilişkileri açısından çok karmaşık bir süreç yaşıyoruz. Sinema biçim çalışması olduğu kadar önemli bir içerik çalışması aynı zamanda. Dünyayla, ülkeyle, insanlarla sinemanın güçlü bir iletişiminin olması gerekiyor. Büyük sinemacıların hep güçlü temaları olmuştur. Tematik olarak derinlere dalmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Bundan sonraki projeleriniz neler?
Şu anda arkadaşlarımla benim tiyatro maceramızdan yola çıkan bir film projesi üzerinde çalışıyorum. Çok yıpratıcı bir süreç geçirdik ama sadece biz yıpranmadık sanıyorum. 1980 kuşağı gençliği zaten harap edildi. Gördüğüm kadarıyla şu anki genç kuşak da tehdit altında. Yaşayacağınız, kendinizi var edeceğiniz dünyayı kastediyorum gençlik derken. Bana göre gençlik zaten bir yara, zor bir şey. Önünüzde bir hayat ve yapmak istedikleriniz, ancak çok fazla da engel var. Bu anlamda genç insanları anlatmak istiyorum ben de.
