Değişimin ve geleceğin kapısını ne açar? Vakit mi? Geçmiş zaman olur ki hayali ne gösterir? Biz buralarda hayatları hiç olmamışların ülkesinde yaşarız. Hayatları ziyan olup giden kuşaklardan geçeriz. Kendi düşlerimize yatar, başkalarının düşlerine kalkarız. Fikret Bey filminin sonunda, içi aslında fırtınalar, olaylar, olgular, yakın tarih doluyken dingince akıyor gibi görünen bir uzun günün ardından gelen uzun gecenin sonunda, Fikret bey oğlu gibi sevdiği, can yoldaşı ve tutsağı bekçi Mehmet’e sorar: “Caminin kapısını ne açar Mehmet oğlum?” Mehmet bilemez; Fikret Bey kendi kendine cevap verir: “Vakit” der. Vakit! Ve ardından bir vakitler, ablasının kendine söylemiş olduğu sözleri mırıldanır “Evlat senin bu hayatın hiç olmadı”. Biz ‘mişli’ geçmiş zamanın ülkesinin insanlarını, içinden geçtiğimiz sancılı dönemlerdeki o garip tevekküle duruşlarımızı, tevekkülün ve ardında durup hep bekleyenin, hep beklemiş olanın gizli, peçeli gerçeğini bir çırpıda çizer, buğulu eski camın önünde duran yaşlı yorgun bir adamın sözleri. Tarifi zor olan bir hüzündür bu, şairin dediği gibi bizi saran ama bize ait olmayan hüzün.
Kameranın girmediği bir iç bahçe; yıkanıp paklansa da puslu camlarıyla bir iç mekan filmi Fikret Bey. Kafka’nın şatosunun ters yüz edilmiş hali. Kendi modernite serüvenimize de belki buradan bir iç cevap bulunabilir. Küçük, mütevazı bir cevapçık. Her şeyi açıklayamaz ama sorular sordurabilir. Bay K şatoya varamaz ya Fikret Bey’de, Mehmet de bir türlü çıkamazlar fabrikadan, fabrikanın iki göz odadan oluşmuş büro katından.
Gidilemeyen evler, kurtarılamayan fabrika, sevip bağlanılıp kaybedilen köpek, çözemedikleri problemlerle bir başarısızlıktan diğerine geçer gün ve gece. Her şey yorgun, paslı ve pusludur. Metal yorgunluğu fabrikayı sarar; umutsuzluk yormuştur işçileri, yaşamı bir türlü denkleştirememek mühendis Kemal’i; ne oğlunu darbeden, ne fabrikasını 80 rüzgarlarından koruyamamak mecalsiz bırakmıştır Fikret Bey’i; Fikret beye bağlılıktan, ahde vefadan ve bir tuhaf itaatten kıpırdayamaz olmuştur bekçi Mehmet. Geçip giden zaman hayatlarını parçalayarak ve savurarak geçtiği için, zamanın karşısında hırpalananın aslında insan olduğunu kavradıkları için, basit bir yorgunluk ve bezginlikten öte bir ağırlıktır bu. Değişen zamanın ve toplumsal ilişkilerin mekan ve insanlar üzerindeki tahakkümüdür anlatılan. Devran dönerken mekanları ve insanları ele geçirir ve onları yoklaştırır; ya da Marx’ın tabiriyle temellük ederken hiçleştirir! Bu yüzden hüzün de, yorgunluk da birikir ve tortular bırakır. Eşyaya, binalara, bahçelere, yüzlere sinmiş ama dokunsan kaybolacakmış gibi; bir türküyle başka bir hava gelecekmiş gibi. “Derdim çoktur hangisine yanayım” diye sazıyla türkü söyleyen işçiyle, insan da mekan da hem başına gelenleri hem de olup biteni nasıl karşıladıklarını anlatır. İnsanla mekanın, mekanla iktidarın ilişkisini görebiliriz istersek ve çoğunlukla geçiştirdiğimiz bilgileri; ortak deneyim ufkumuzun ortak bilgilerine uzanabiliriz.
80’ler iktidarının ele geçirdiği bir savaş alanı olarak yoksul eski tozlu fabrika; o fabrikada sakalı uzamış işçiler (90 sonrasının bir aksesuarı olarak ‘kirli sakal’ olmayan) ve fabrikanın “sahip” odasında dönemi kapanmış ama hiç bir şeyin onları eşitleyemediği iki adam, yukarıdan gelen sistemli şiddete maruz kalırken öylece duruyor gibidirler. Belki de bu yüzden bizim mekanlarımız depresyon mekanlarıdır. Kim bilir kaç yüz yıllık yalnızlığımızı, bezginliğimizi, yabancılığımızı anlatırlar. Birlikte yok olacağımız bir vakti beklerken öfkeyle misafiri olduğumuz mekanlar, aslında olmak istediğimiz, gitmek istediğimiz yerlerin yerini ikame ederler.
İstanbul’un 80 sonrasının farklı halleri, farklı dünyaları vardır Kabadayı’nın tövbekar olduğu filmde. Barlar, büyük şirket binaları, kenar mahaller, büyük çiftlik evleri; küreselleşmenin tekrarı ve taklidi bir büyük metropol ve kendini kenarda sürdüren İstanbul. Dostların arasında türkülerin, şarkıların ve şakaların çağrıştırdıklarının arasına sıkışmış bir ‘maziye bak ne kadar şendik’ haline açılır perde. Oysa bu sıkı dostlar az can yakmamış; tozu dumana katarak az ocak söndürmemiştirler besbelli. Polisli, kabadayılı bu sıkı dostlar, şimdi torunlarını severler ve her biri 80 sonrasının iş adamları dünyasında dünyalığını yapmış; sıradan değerlerin, sıradan vatandaşları olmuşlardır. Sıradanlığın dayanılmaz hafifliğinde salınır melodram. Meşrulaşan kabadayılıktır onları bu kadar sıradan, her hangi bir emekli grubu gibi algılatan. Zaman değişmiştir. Artık eskiden mafyaların suç çetelerinin yaptıkları meşru bir işe dönüşmüştür. Ama nedense bir Ali Osman için “tövbe” etmiş olmak diye bir durum vardır. Bu meşruluk serüvenine değinilmez; neden ve niye aklaruılmıştır; mafyalıktan emekli olunca sevimli ihtiyarlık rütbesi, eski dostların kaçamakları, ortamlarının sıcaklığı öylesine sindirilir. Elde nostalji kalır. Çevrede artık daha karmaşık, daha güçlü ilişkiler ve o ilişkilerin beslediği bir yeni mafya vardır. Gelen gideni aratmıştır. Eskiden mertlik varken şimdi bu mertlik bozulmuştur.
Kabadayı, Yavuz Turgul’un senaryosu ile Ömer Vargı yönetmenliğinde yapılmış ve Şener Şen’in oynadığı bir film. Şener Şen ve Yavuz Turgul beraberliği, bir ekolün ve grubun ortaklığı söz konusu. Bütçesi büyük, prodüksiyonu maharetli, kadrosunda taşıdığı isimler itibarı ile iddialı ve tanıtımı güçlü yapılmış bir film. Şener Şen’in oyunu üzerine edilebilecek çok fazla söz yok ama karşısında iyi oyun çıkarabilen ve ustalaşmaya doğru yol alan Kenan İmirzalıoğlu ve yine rolünü başarıyla kotaran İsmail Hacıoğlu filmin olumlu yanları. Tabii bazı oyunculukların Yeşilçam klişeleri içinde kaldığını hatta zaman zaman karikatürleştiğini de eklemeliyiz. Bu klişe ve karikatür unsurların seyirciyi güldürmek, eğlendirmek üzere kurulduğu, seyri hafifletmek için konulduğu anlaşılabilir ama yine de niye bu kadarına gerek vardı diye sormadan edemiyor insan. Mesela niye Sürmeli televizyon şovlarından çıkma bir karakter gibi ele alınmıştır? Ama film elbette, Yavuz Turgul’un asli teması içersinde bir dönemin kapanıp diğerinin açılması ve öncekinin sonraki üzerindeki nostaljik ve duygusal değeri ve olumlanmasına odaklandığı için biz de bunları uzun uzadıya sorgulamıyoruz. Ama eski mafyanın yeni mafyadan daha değerli, daha insani olduğu meselesini bu meselenin niye bu kadar romantize edildiğini, karakterlerin gelişimine ve gidişatına dayanan ve değerler çatışması üzerinden gelişen bir melodramı sorgulamak durumundayız.
Fikret Bey ise aynı zamanda tiyatro oyuncusu ve yönetmeni ve sinema akademisyeni olan Selma Köksal’ın kısa filmlerinden sonra yaptığı bir ilk film. Senaryo Necla Algan ve Selma Köksal tarafından yazılmış. Ağırlıklı olarak Erol Keskin’in gibi bir usta ile Fuat Onan’ın karşılıklı oyunlarına dayanıyor. Bu iki oyuncu dışında kamera karşısına ilk kez geçen küçük bir oyuncu kadrosu var. Erol Keskin ustanın ve Fuat Onan’ın sanki onlar hep orada yaşarlarmış gibi kendiliğinden, sade oyunları, bu ikilinin diyalogları üzerine kurulu filmi güçlendiriyor. Filmdeki diğer oyuncuların büyük bir kısmını da fabrikanın işçileri oluşturuyor. Mühendis Kemal (Metin Arslan) filmin üçüncü profesyonel oyuncusu. Amatör öğrenci tiyatro gruplarından gelen Gökçe Algan ise abartısız, inandırıcı, tertemiz bir oyun çıkarıyor. HDCM ile çekilip 35mm’ye aktarılmış bu filmde Mustafa Kuşçu çok iyi bir iş çıkarmış. Bütün bunlara bakıldığında Fikret Bey küçücük bir ev mutfağından çıkmışçasına mütevazı bir film. Her iki film de hayatın sonbaharında iki adamın keskin bir değişime uğrayan dünyaya tanıklık etmiş yaşamlarını, bir vakitler sahip oldukları güçlü duruşlarından geri çekilirken, onurlarını, değerlerini korumaya çalışarak veda edişlerini anlatıyor. Her iki adam da oğullarından yana yürekleri yaralı babalar. Her iki adam da kendileri ve yakın çevreleri için kurdukları dünyayı değişimin sertliğinden korumaya çalışıyorlar ve bilgileri, güçleri, donanımları artık bu yeni durum için yetersiz kalıyor. Böyle olunca da insan ister istemez bütçeleri, ekipleri, iddiaları ama en çok da anlatı biçimi ve anlatısı ve de bu anlatının içinde açılım ve analize, düşünceye imkan tanıyıp tanımadıkları noktasında birbirinden çok farklı iki filmi karşılaştırmak hissine kapılıyor.
Her iki film de seyircinin duygu dünyasına sesleniyor. Kabadayı‘da Yavuz Turgul’un dünyasını görmemek, sesini duymamak mümkün değil; bunda tabi ki yıllardır birlikte çalıştığı Şener Şen’in de büyük payı var. Aşinası olduğumuz, o çok tanıdık gelen atmosferiyle bir anlatının bir performansla birlikteliği söz konusu. Bir vakitler astığı astık, kestiği kestik eski bir kabadayı ile bugünün artık şirketleşmiş, iş adamlığı formunu almış, tasarım mekanlarda çalışan büyük siyah ciplerle gezen, dünya moda trendlerinde giyinen bakımlı büyük mafyasının ve her an bu tipe dönüşebilmek için her şeyi yapmayı göze almış taşeron mafyasıyla yani Devran’la (Kenan İmirzalıoğlu) karşılaşmasını izliyoruz. Bugünün çivisinin çıktığını, boyutların büyüdüğünü, meselelerin çetrefilleştiğini ve mertliğin bozulduğunu anlatıyor besbelli Kabadayı filmi. Ama nedense bu iki kıyıcılık ve suç işleme üslubundan birinin yanında yer almamız gerekiyor. “Mertliğin” kabadayılıkta eski bir değer olarak nasıl olduğu sorusu, zaman zaman Ali Osman’ın (Şener Şen) tövbekarlığı ve sıkı dostlarıyla muhabbetleri içinde bir özürle geçiştirilse de ziyadesi ile romantize edildiği bir gerçek. Ayrıca ne olup da, bu katil de olsalar mert olanların döneminin bittiği ayrı bir geçiştirme konusu. Aslında dönem sadece Ali Osman için bitmiş gibi; tek tövbekar o; diğerleri için görüntünün değiştiği ama işlerin devam ettiğini görüyoruz.
